Hakkında iki ayrı soruşturma başlatılan Ahmet Şık: Hakikat yalanlardan ve tehditlerden çok daha güçlüdür

Hakkında iki ayrı soruşturma başlatılan Ahmet Şık: Hakikat yalanlardan ve tehditlerden çok daha güçlüdür
Abone Ol

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala
Advert

Hakkında iki ayrı soruşturma başlatılan TİP Milletvekili Ahmet Şık “Hakikat yalanlardan ve tehditlerden çok daha güçlüdür” başlıklı bir açıklama yayınladı.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli‘nin partisinin grup toplantısında “TC devleti katil olsaydı bugün bulunduğun yer TBMM değil mezarlık olurdu” ifadelerini kullandığı ve katıldığı canlı yayınlarda yaptığı konuşmalar nedeniyle Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hakkında iki ayrı soruşturma başlatılan Türkiye İşçi Partisi (TİP) İstanbul Milletvekili ve gazeteci Ahmet Şık, sosyal medya hesabından bir açıklama yayınladı.

“Hakikat yalanlardan ve tehditlerden çok daha güçlüdür” başlıklı açıklamasında Şık, “Kimin TBMM’ye kimin mezarlıklara kimin ise demir parmaklıklar ardına layık olduğuna karar veren aklın kendine hak gördüğü yargıçlık makamı, katil dediğim karanlık yapının ta kendisidir. Ve hakikat, her kim olursa olsun karşısında duranlardan, kutsallıkla örtmeye çalıştıkları yalanlarından ve tehditlerinden çok daha güçlüdür” ifadelerini kullandı.

Çarpıtmalara, linçe ve tehditlere dair. https://t.co/xAwxHziL9a

— ahmet şık (@sahmetsahmet) June 10, 2021

Şık, açıklamasında, “Bugün üzerimize düşen, bu deli gömleğini giymeyi ve bizi sıkıştırmak istedikleri umutsuzluğu reddetmek; sokakları, kent meydanlarını eşit, adil, laik ve gerçekten demokratik bir Türkiye mücadelesiyle doldurmaktır” dedi.

TİP Milletvekili Şık’ın açıklaması şöyle:

“Bir konuşmamda dile getirdiğim hakikatler nedeniyle yıllardır uygulanan bilindik bir senaryo yeniden sahnelenmeye başladı. Tıpkı maaşlarını ödeyenler gibi şeref ve haysiyetten yoksun trol çetelerinin emirle başlattığı linç kampanyası, talimatın sahipleri tarafından büyütüldü. İktidarın tetikçisi olmuş yargı devreye sokuldu. Cinayetlerden bombalı katliamlara, kara para aklayıcılarının dahi tehdit edilmesinden koca bir ülkenin uyuşturucu trafiğinin merkezi haline getirilmesine dek son birkaç haftada ortalığa saçılan pisliklere ve bu kire bulaşmışlara gözlerini yuman, kulaklarını tıkayan savcılardan aksi beklenemezdi. Ancak herkes bilsin ki haysiyet yoksunu troller ve onların ipini tutanların organizasyonuyla hareket eden bir yargının tasarrufuna pabuç bırakacak biri değilim. Milliyetçilik sömürüsünde bayrağı kimseye kaptırmayan ama devleti yağmalayıp ülkeyi talan eden AKP’ye suç ortaklığı yapan bir partinin genel başkanı Meclis’te değil de mezarlıkta olmam için talimat verdi. Sesleri, yüzleri, dilleri, tehditleri ve 6-7 Eylül pogromundan Maraş’a, Çorum’dan Bahçelievler’e kadar uzanan katliamlarıyla çok tanıdıklar. Sözleriyle, geçmişi kanlı devletin AKP ile birlikte fikren sahibi, cinayetlerin de tetikçilerinden olduğunu ortaya koyan bu kişiye söyleyecek fazla bir şey yok. Türkiye Cumhuriyeti gerçekten hukukun egemen olduğu bir devlet olsaydı hapiste, demokrasinin egemen olduğu bir Cumhuriyet olsaydı siyasi nekahet döneminde olacağını söyleyip geçelim. Kendisi hakkında yaptığım suç duyurusunun da başıma gelebileceklerin azmettiricisinin kim olduğunun kayıt altına alınması için olduğunun altını da çizmiş olayım. Hakaret ve küfürlerle ailemi de katarak nasıl öldürüleceğimizi tarif eden troller ve onların vücut bulmuş hali olan siyasetçilerin tümü, ‘devlet aklı’ denilen zihniyetin şiddeti ve cinayetleri meşru bulduğunun da net bir kanıtıdır. Koca bir ülkeyi yağmalayıp talan etmeye devam edebilmek için bu linçi organize edenler ve aynı çetenin parçası olanlara ve ne acıdır ki trol linçiyle hizalananlara tespitimin neden bir hakikate işaret ettiğini belli ki anımsatmak gerekiyor. Bu kısacık anımsatma sözü, fikri, ifadeyi ölümle tehdit edenlerin kaybettiklerimizle olan ilişkisinin anlaşılmasına da faydası olacak. Ve hakikat, her kim olursa olsun karşısında duranlardan, kutsallıkla örtmeye çalıştıkları yalanlarından ve tehditlerinden çok daha güçlüdür. Mezarından bile barış sesi yükselen Musa Anter’i, görevlendirdiği itirafçılarla birlikte JİTEM denilen devletin karanlık çetesinin katlettiğini Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanlığının raporu yazmadı mı? Metin Göktepe Türkiye Cumhuriyeti’nin üniformasını giyen polislerce, Engin Çeber aynı devletin üniformasını taşıyan gardiyanlarca linç edilerek öldürülmedi mi? İstanbul’da ya da Diyarbakır hapishanelerinde dört duvar arasındaki mahkumları kurşunlayarak, kimyasal silah kullanıp yakarak ve sopalarla linç ederek öldürenler hangi devletin görevlileriydi? Hrant Dink’in MİT, asker, polis ve bürokrasinin ortak mutabakatıyla bir tetikçiye öldürtüldüğünün kanıtı yargılananlar değil mi? Peki ya kanları Dört Ayaklı Minare’de asılı kalan Tahir Elçi’nin katlini failsiz bırakanlar? Yıllardır sevdiklerinin bir mezara sahip olması için mücadele eden Cumartesi Annelerinin evlatlarının işkencede katledildiği gözaltı merkezlerinin kapısında hangi devletin adı yazıyor? Cansız bedeni hâlâ katledildiği sokakta yatan Ali İsmail Korkmaz’ı sivil faşistlerle birlikte linç eden polisler, annesi miting meydanlarında yuhalatılan Berkin Elvan’ı öldürenler bu devletin görevlileri değil mi? Kemal Kurkut’un yarı çıplak bedenine sırtından giren kurşunları sıkanlar, Uğur Kurt’u Cemevi’nin bahçesinde vuranlar, Dilek Doğan’ı evinin içinde katledenlerin maaşını ve avukat parasını ödemekle kalmayıp bir de cezasızlıkla ödüllendiren bu devletin kendisi değil mi? Kutlu Adalı’yı faillerinin hem meçhul hem de meşhur olduğu bir suikastla aramızdan alanlarla, Uğur Mumcu’yu bombayla parçalayanların devlet katında hâlâ makbul sayıldığını, geçmişte birlikte iş tuttukları ama şimdi ‘Mafya lideri’ dedikleri birinin itiraflarında bir kez daha duymadık mı? Gözaltına alındıktan sonra Servet Turgut’u işkence ederek öldüren, Osman Şiban’ı ağır yaralayan askerler de ‘Evet yaptık ama onlar milislerdi’ diye suçu itiraf eden içişleri bakanı da bu ülkenin, kutsallaştırıp her türlü suçtan azade tutulmaya çalışılan bu devletin görevlisi değil mi? Roboski’de savaş uçaklarıyla paramparça edilerek öldürülen sivillerin katledilmesinden sorumlu olanlar yargıdan kaçıran devletin kendisi değil mi?

‘Tehditler sözlerimin teyididir’

Listeyi uzatmak, çok uzatmak mümkün. Öyle bıktırıcı bir sabıka listesi çıkar ki ortaya, herkes hukukla kendini var etmesi bir zorunluluk olan devletin, hukukla bağı kalmadığında terörist dediklerinden bir farkı olmadığı gerçeğiyle bir kez daha yüzleşmek zorunda kalırsınız. Bugün hayatta olanların, yani henüz kendisine bir mezarlık biçilmemiş olanların, adları anılan ve anılmayan kayıplarımızla terbiye edilmek istendiği, ölümle tehdit edilip sindirilmeye susturulmaya çalışıldığını da görebilirsiniz. İşte devlet aklı dediğimiz tam da bu değil midir? Bana yöneltilen tehditler maalesef sözlerimin teyididir. Kimin TBMM’ye kimin mezarlıklara kimin ise demir parmaklıklar ardına layık olduğuna karar veren aklın kendine hak gördüğü yargıçlık makamı, katil dediğim karanlık yapının ta kendisidir. Ve kendisinden olmayana mezarlık ya da demir parmaklık istikameti veren bu devlet aklının yeri tarihin çöplüğüdür. Onun yerine kendinden olmayanı yok etmeyi değil onunla birlikte yaşamayı önceleyen aklı kurmak için köhnemiş ne varsa, evet yıkılmalıdır. Cinayet emri veren, katilini işkencecisini koruyan değil, işlenen suçların hesabını soran bir devlet için daha eşit, özgür düşüncenin yeşerdiği bir hayat için bu kısır döngü son bulmalıdır. Talep ettiği temel hak ve özgürlükleri sadece sosyal medyaya hapsedip o yankı odasının büyüsüne kapılanların trol linçinden etkilenmemesi mümkün değildi. Öyle de oldu. Dolayısıyla kendisini bu faşist rejimin muhalifi diye tanımlayan ancak iktidara siyasal karakteristiğini verenin mevcut devlet paradigması olduğunu kabullenemeyip hakikatle yüzleşmekten kaçınanlara da birkaç sözüm olacak. Faşist rejimin sahipliğini mevcut emanetçilerden ibaret sayanlar, devlete değil hükümete katil demem gerektiğini, sorumlunun mevcut iktidar olduğunu söylüyorlar. Bu memlekette, güya birbirine taban tabana zıt pozisyonlar almış olan iktidar ve muhalefetin tabanı arasındaki ‘kutsallık geçişkenliği’ ezici çoğunluğun demokrasi derdinin olmadığının da kanıtı adeta. Öyle ki yıkılması gerekenin mevcut devlet düzeninden önce devletin kitleler nezdindeki büyüsü olduğunu da gösterdi. Devletin geçmişten bugüne uzanan davranış kalıplarını ve hukuksuzluklarını meşrulaştıran o büyüyü yok etmek zaten halihazırdaki devlet düzeninin de ortadan kalkması anlamına geliyor. Yukarıda kısa bir örnek liste olarak sıraladığım kanlı tarihçe katillerin ve suçlarının sadece mevcut iktidarla sınırlı olmadığını anlatıyor. Ki çok daha gerilere kadar gitmek de mümkün. Siyaset-Mafya-Bürokrasi üçgeninde yer alan kirli ilişkiler ağıyla devletin on yıllardır mafyayla iş tutması, kamu ihaleleri bahşetmesi, kirli işlerini gördürmekle kalmayıp bir de ortaya dökülen suçları için cezasızlık zırhı bahşetmesi sadece bugünün tartışması mıdır?

‘Ha mafya ha katil’

Bu kirin adına ‘Mafya devleti’ deyince hoşuna gidenlerin, o kirin içinde kanlı katliamlar ve cinayetler olduğu gerçeği karşısında takındığı ‘hassasiyetle’ ilgili kendisine sorması gerekenler var. Ne bu tuhaf ‘hassasiyetle’ ne de devletin kanlı ve kirli geçmişiyle yüzleşmek bizi küçültür. Aksine gelecek kuşaklara adil, özgür, eşit ve onurlu bir yaşamın kapısını açar. Zira hukukla hesaplaşılmış bir yüzleşmeyle sağlanan adalet ve insan onuru, arkasına sığınılan kutsallardan çok daha değerli. Özlemini duyduğunuz demokrasi eğer evrensel normlara sahip değilse ve hukukun üstünlüğünü egemen kılmayı amaçlamıyorsa AKP ve ortaklarının gitmesiyle gelecek olanın da mevcut düzenin sahiplerinin el değiştirmesinden ibaret kalacağının altını çizmek gerek. Söylediklerimin ifade ediş biçiminin yanlışlığına işaret edenler ya da zamanlamayı kötü bulanlar da oldu. Yıkılması istenenin yerine hukuk ve demokrasi normlarının egemen kılındığı yurttaş odaklı bir düzenin inşa edilmesini talep eden sözlerimi dinlemedikleri, duymadıkları ve duymak istemedikleri için de bağlamından koparılmış sözlerin şehvetine kapılıp linçe ortak oldular. Devleti kutsal görmekle kalmayıp siyasal iktidar ile o erk sahiplerine şekil veren devletin iç içeliğini bile isteye gözden kaçıran bir ‘eleştirel’ tutumdu bu. Bir organize suç örgütü liderinin ifşalarında da ortaya çıkan devletin cinayetler işlediği gerçeğini görmezden gelen bu eleştiri sahiplerine göre Saray Rejiminin yağma ve talan düzenini tartışanlar için sözlerim ‘iktidarın gündem değiştirmesini’ sağlamıştı.

‘Kutlu Adalı’yı değil, Defne’yi tartışmanın şehveti’

Her türlü hukuksuzluktan yağma ve talana, kamu ihalelerinin bir avuç yandaş sermaye grubuna peşkeş çekilmesinden kendi bakanlığını dolandıran bakanların yolsuzluklarına kadar her şeyin gözümüzün önünde gerçekleştiği yıllara yayılan bir dönemde ne çok olay için kullanıldı bu sözcükler. ‘Gündem değiştiriyorlar’ argümanı hayli eski, yıpranmış ve gerçeği anlatmıyor. Başıma gelen son linçin muhalifleri de peşine takması da gösterdi ki sosyal medyanın kontrolü de troller eliyle iktidara ait. Haliyle bu iktidarın gündem değiştirme derdi yok. Sosyal medyadan ölçüm yaparak tek gündemin kendi gerçeği ya da konuştuğu olduğuna inanan siyaset erbabı ve toplum, iktidarın da kendi kendisine yerinden olacağına inanmış durumda. Tüm bu yanılsamanın özeti risk almadan muhalifçilik oynayanların ağır bir konforuna düşkünlük eğilimini anlatıyor. Peker’in ifşaları savcılık, kitlesel parlamenter muhalefet ve yaygın medya nezdinde bir tartışmanın odağında bile değil. Defne isminin, bir gün önce anlatılan Kutlu Adalı’nın öldürülmesinden bile daha çok tartışıldığı bir alanda ifşaları karşı koyamadığı bir şehvetle dinleyenlerin biriken öfkesini sosyal medyadan taşırıp sokağa dökmek gibi bir niyet ve arzusu yokken değiştirilmeye ihtiyaç duyulan bir gündem yok iktidar açısından. Bu ifşaların iktidar bileşenleri içinde bir huzursuzluk kaynağı olduğu ne kadar gerçekse huzursuzluğun sadece kire bulaşmış olanların teşhir olacağı korkusundan öteye gitmediği de o kadar gerçek. Ancak iki büyük denetleme mekanizması olan yargı ve medyanın iktidar kontrolünde olduğu ve iktidar denen mafya yapılanmasında herkesin suça bulaştığı hesaba katılırsa kimsenin kimseyi satamayacak pozisyonda olduğu gerçeği de tüm çıplaklığıyla karşımızda duruyor. Ortaya çıkan tabloda iktidarda kaygı yaratan ve dile getirilmeyen tek endişe, korku ile birlikte büyüyen öfkenin sokağa taşması. O yüzden mevzunun bir yankı odasından ibaret olan sosyal medyada sıkıştığı alanın dışına çıkmasını istemiyorlar. Çıkana da had bildirmeye çalışan tehditler savuruyorlar. Siyasi parti kılığına giren bir çete çok zaman önce memleketin havasına, suyuna, toprağına, çocuklarımızın yarınına çöktü. Yurttaş değil de tebaa muamelesi yapılanlar elindeki bu devletin temiz olduğuna inanıyor mu gerçekten? Kirli, yozlaşmış bir başka rejimi sonlandırarak kurulan ve temiz olduğu sanılan devletin yerinde olduğunu, yıkılmadığını düşünenlere gördüğünün geçmişin bir illüzyonundan ibaret olduğunu söylemek de borcumuz. Rejimin tepeden tırnağa değiştirilip Parlamentosu dahil tüm kurumlarının tamamen işlevsiz hale getirildiğini herkes söylemiyor mu? Yargı sistemi adaleti yutan birer kara deliğe dönüşen adliye binalarında vesayet altında tutulmuyor mu? Bir diğer, sivil denetim organı olan medya bir mafya rejiminin halkla ilişkiler ajansına dönüşmedi mi? ‘İnsanı yaşat ki devlet yaşasın’ diyenlerin berbat yönetim anlayışıyla bir salgın hastalığın pençesinde ölüme terk edilmedik mi? O kutsal sayılan devletin herhangi bir ülke nezdinde itibarı, parasının değeri kaldı mı? Ormanlardan arazilerine, derelerinden limanlara, fabrikalardan kurumlara kadar devlete, kamuya, halka yani size ait olan ne varsa özelleştirme adı altında ilgilisi ve karar vericisine komisyonunu ödeyenlere peşkeş çekilmedi mi? Bu talanın vergileri tüm yurttaşların kamburu haline getirilmedi mi? Fırsat eşitsizliğinin yanı sıra bir de içi boşalmış bir eğitim sistemiyle diplomalı cahiller olarak mezun edilen gençler devlet malını peşkeş çekilenlere sömürülecek iş gücü haline getirilirken kendi çocukları, akrabaları ve yandaşları el üstünde tutulup lüks ve şatafata boğulmadı mı? Hem yanıtı kendi içinde barındıran bu sorular da hem de kavgasını verirken söylediğim her söz demokrasi mücadelesinin özüne dair bir çağrıyı barındırıyor. Ve bu mücadele parlamentoya da bizleri hapsetmek istedikleri sosyal medyaya da sığmaz. Sokaklar, meydanlar, parklar, yurttaşların bir araya geldikleri, taleplerini ve itirazlarını dile getirdikleri tüm alanlar, tıpkı seçim sandıkları gibi, demokrasi mücadelesinin olmazsa olmazlarıdır. Bugün üzerimize düşen, bu deli gömleğini giymeyi ve bizi sıkıştırmak istedikleri umutsuzluğu reddetmek; sokakları, kent meydanlarını eşit, adil, laik ve gerçekten demokratik bir Türkiye mücadelesiyle doldurmaktır. Ve endişeniz olmasın. Devletin, iktidarın ve bu yapıyla ilişkili her türlü güç odaklarının kirini teşhir etmek, ülkeyi toplumu bu pisliklerden arındırmaya çalıştığımız demokrasi ve hukuk mücadelesi zaten yıllardır tek gündemimiz. Devletin karanlıkları örten, hak arayanları ezen bir kalkana dönüşmediği içinde umutlarımız olan bir gelecek için konuşuyorum, çabalıyorum ve var olmaya devam ediyorum. Gücün istismarına, yaşamların sömürüsüne değil herkesin kendini ifade edebildiği bir gelecekte yurttaşların hayallerine aracılık eden bir devlet tasavvurunda buluşmak üzere…”

Bu Yazıya Tepki Ver
Giriş Yap

Habere Doğru ayrıcalıklarındandan yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!